Peki, nedir İstanbul Hikâyeleri?
Adı üstünde: Hikâye.
Ama aynı zamanda biyografi, anı, gezi yazısı, söyleşi… Fakat her halükârda eleştiri…
Hikâyelerin “şehrin elleri ve ayakları olan” iki kahramanı var: Muhtaç ve Aciz.
Şehrin semtlerini, sokaklarını, yollarını bazen hüzünle bazen sevinçle, yüreklerini altüst eden şiirlerle birlikte dolaşmaları, bu genç delikanlıların İstanbul serüvenlerine her geçen gün yeni anlamlar kazandırıyor.
Öyle ki “şehrin incecik yağmuru altında kemikleri sızlayıncaya kadar ıslanıp acı çekiyorlar.”
Bir döneme damgasını vuran değerli kişiler hatıra dünyasından çıkarak hikâyelerin konuğu olurlar.
Koltuğunun altındaki dosyalarla Adliye Sarayı'na giden Necip Fazıl, elindeki ağır filelerle yokuşu tırmanan Nurettin Topçu, bilge terzi Mehmed Sait Çekmegil ve Fikir Yayınları'nın sahibi Nihat Armağan…
Neresinden bakılırsa bakılsın hikâyelerin toplamı aynı zamanda bir dönem panoraması da çiziyor.
(Murat Soyak'ın sosyal medya hesabından alınmıştır.)
Tanıtım Metninden:
Soğuk, soğuk bir gece vakti, açıkta uyumuş ve üşümüş bir bedenin üzerine, onu uyandırmamak maksadıyla usulca örtülen yünden yapılmış bir yorganın sıcak, okşayıcı, şefkatli ağırlığı halinde geliyor şiir. Allahım, bu yürekler bu sözlerin karşısında neden böyle tarumar oluyorlar? Sözün sihri nedir? Gücü ne kadardır? İnsan vücuduna girip öteki taraftan çıkan duman rengi bir ışın gibi geçtiği yerdeki bütün tahribatı ufak bir öksürükten ibaret. Ama ya yürekteki hali? Oraya elleriyle narin bir tazyik yapıyor. Ağırlığını hissettiriyor. Hatta biraz acıtıyor da. Her kimse o yüreğin sahibi, ne hikmet, bu acıdan haz duyuyor. O ağırlığın üzerinden hiç kalkmamasını diliyor.